Bilgi Port - Türkiye'nin Bilgi ve Eğlence Portu

Hz. Osman (R.A.)'ın Ailesi

Zarifce

Üye
Moderatör
Üye
Editör
Katılım
26 Ağu 2017
Mesajlar
84
Puanları
18
Hz. Osman (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in damadır. Rasûlüllah (sav)'ın kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evlenmiş, Rukiyye'den Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmişti. Daha sonra Fatihte binti Gazvan ile evlenmişti. Bu hanımından küçük Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmiş ve o da küçük yaşta iken vefat etmişti. Daha sonra Ümmü Amr binti Cündeb b. Amr b. Hümame ed-Devsi ile evlenmiş ve ondan da Ömer, Haiid, Ebban ve Meryem adındaki çocukları dünyaya gelmişti. Daha sonra Velid b. Muğire el-Mahzumi'nin kızı Fatıma ile evlenmiş ve ondan da Velid, Sa'id ve Ümmü Sa'id adlarındaki çocukları dünyaya gelmişti. Bu hanımlarının dışında ayrıca Hz. Osman (R.a.) Şeybe b. Rabia'nın kızı Remle ile evlenmiş, ondan da Aişe, Ummu Ebân ve Ummu Amr adındaki çocukları dünyaya gelmişti. Daha sonra Ferâsa el-Kelbi'nin kızı Naile ile evlenmiş ve ondan da Meryem adındaki kızı doğ*muştu. Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği sırada nikâhı altında Şeybe'nm kızı Remle, Naile, Uyeyne'nin kızı Ümmü Benin ve Gazvan'm kızı Fâtite bulunuyordu.

Muhasara altında iken Ümmü Benin'i boşadığı rivayet edilir. İşte bütün bunlar cahiüyye devrinde ve İslâm döneminde Hz. Osman (R.a.)'in hanımları ve çocuklarıdır. [64]

Hz. Osman (R.a.) ailesi, muhacir ailesidir. Nadr b. Enes (R.a.) anlatı*yor: Enes (R.a.)'ın şöyle dediğini işittim: Osman b. Affan (R.a.) beraberinde zevcesi Rasûlüllah (sav)'in kızı Rukiyye (R.anha) olduğu halde Habeşistan'a gitti. Rasûlüllah (sav) bir müddet onlardan haber ala*madı. Nihayet Kureyş'ten bir kadın gelerek:

“Onların vaziyetleri nasıldı?" diye sordu. Kadın:

“Osman, karısını zayıf bir merkep üzerine bindirmiş, yularından çekip giderken gördüm." dedi. Bunun üzerine Rasülüllah (sav) şöyle buyurdu:

“Onların dostu Allah'tır. Şüphesiz Osman, Lut (a.s.)'dan sonra ailesi ile beraber ilk hicret eden kimsedir.” [65]

Asr-ı Saadetin büyük olayları içerisinde, Hz. Osman'ın ismi pek önlerde gözükmez. Hz. Peygamber'in hayatını yahut İslâm'ın ilk asrına dair kitapları okuyan herkes, bu örnek asrın hadiseleri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Talha gibi parlayıp ışık saçan simaları görür de, bu simalar arasında Hz. Osman bir derece geride durur. Zira, onun, bu yıldızlar kümesi içinde özellikle seçilip ayırt edilmesini temin edecek olan, özellikle öne çıktığı belli bir olay, bir gazve yoktur. O ne Hz. Ebu Bekir misali, Miraç vesilesiyle söylediği söz veya Resûl-i Ekrem'e hicrette arkadaşlık veyahut hastalığında ona vekâleten ümmete namaz kıldırma gibi bir sebeple temayüz eder; ne Hz. Ömer gibi putper*estliğin en keskin müdafii olarak nam salmışken bir iman kahramanına dönüşme gibi bir hadiseyle öne çıkar; ne de, Bedir'de Hamza'nın, Uhud'da Talha'nın, Hayber'de Ali'nin durumuna benzer bir kahramanlığı sözkonusudur. Asr-ı Saadet'e dair kitaplarda Hz. Osman hep vardır; ama hep bir derece gizlidir, saklıdır, gerilerdedir, pek öne çıkmamaktadır. Bu durum, insana, buna rağmen onun niye sahabeler arasında makamca ve faziletçe üçüncü sırada sayılabildiğini sordurur ve düşündürür. Hele hele, onun, Rasûlüllah'ın 'ilim şehrinin kapısı' övgüsüne mazhar olmuş olan, nitekim bizatihi "Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" diyen, öte yandan 'Allah'ın aslanı' diye nam salmış Hz. Ali'den dahi faziletçe ve makamca üstün kabul edilmiş olmasını anlamakta akıl ciddi biçimde zor*lanır. Maamafıh, sahabelerin her biri, elbette üstün insanlardır. Hele Aşere-i Mübeşşere, üstünlerin üstünüdür. Bu on en güzide sahabe içinde Hz. Ali'nin üstün meziyetleri ise, apaçık ortadadır. Peki, ne olmuş ve nasıl olmuştur da, Hz. Peygamber döneminde yaşanmış herhangi bir özel hadisede veya savaşta pek de öne çıkmayan, nisbeten gerilerde duran, o yüzden Asr-ı Saadetteki büyük olayların akışı içinde insanın çoğu zaman varlığının farkına dahi varmadığı bir sima olarak Hz. Osman, bütün bun*lara rağmen makamca en üstün üçüncü sahabe olarak kabul olunmak*tadır? Bedir'de bulunamayan, Uhud'da ise savaşın sonuna doğru yaşanan kargaşa ve bozgun halet-i ruhiyesi içinde oraya buraya kaçışan sahabeler arasında yer alan Hz. Osman (R.a.), başkaca bir savaşta veya başkaca hadiselerde de en önde gözükmeyen bir isim olduğu halde, neye binaen, sahabeler arasında makamca ve faziletçe en üstün üçüncü kişidir? Elbette, siyer kitaplarında, onun adı hiç geçmiyor değildir. Kendisinin ilk Müslümanlardan oluşu, İslâm'ı seçişinden dolayı ailesinin kendisine reva gördüğü eziyetler, Habeşistan'a hicret edenlerden oluşu, Medine'ye hicretin akabinde Rûme kuyusunu satın alıp vakfedişi, Hudeybiye'de Hz. Peygamber tarafından Mekke'ye elçi olarak gönderilişi, Tebük gazvesin*den önce yaptığı külliyetli bağış, Hz. Peygamber'e iki kez damat oluşu... bütün bunlar siyerlerde elbette mevcuttur. Ancak, ne Ebu Bekir'in müşrikler Miraç hakkında kendisine kanaatini sorduklarında söylediği söz, ne Hz. Ömer'in İslâm'a gelişi, ne Hamza'nm aslan avından dönüp de Kabe'de Ebu Cehil'e o büyük hiddetini sergileyişi, ne Ali'nin Hayber'de gösterdiği yiğitlik, ne de Talha'nm Uhud'da vücudunu Hz. Peygamber'e 'siper edişi türünden destansı hadiseler değildir bunlar. Lâkin, Hz. Osman, Aşere-i Mübeşşere'dendir. Hem de, onlar arasında, üçüncüleridir. Diğer bir deyişle, cennetle müjdelenen sahabelerini ziyaret ettiği gün, kapısı Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam tarafından bu müjde ile çalınan üçüncü sahabedir. Hz. Peygamber'e halifelikle şereflenenler arasında da, tarihçe, üçüncü sırada yer almaktadır.

Hz. Osman (R.a.)'ı bu duruma getiren onun hayâsıdır. Hz. Osman denildiğinde akla gelen vasıflardan ilkini, 'haya' teşkil ediyor. Hadis kül*liyatlarından, bizatihi Resûl-i Ekrem'in (sav) onu hayası ve edebi ile övdüğünü okuyoruz. Keza, yine Hz. Peygamberin, hayasından dolayı ona karşı hususî bir ihtiramda bulunduğunu bildiren hadisler de çıkıyor karşımıza.

Hz. Osman'da temayüz eden bir vasıf olarak hayanın onun nice büyük ve parlak yıldızı dahi geride bırakacak şekilde faziletçe o derece yük*selmesine nasıl vesile olduğunu ise, en başta, yine Resûl-i Ekrem'in hayaya dair hadisleri sayesinde anlıyor insan. Nitekim, her iki Sahîh'te ve Kütüb-i Sitte'nin altı kitabından beşinde mevcut bir hadisinde

"Haya imandandır" buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Onun, yine her iki Sahîh'te yer alan, ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan bir başka hadisi ise,

"Haya imandan bir şubedir" diye bildiriyor. Yine Hz. Peygamber'in öğrettiği üzere,

"Hayanın hepsi hayırdır" ve

"Haya ancak hayır kazandırır.” [66] İşte, hayanın niye 'imandan' ve de 'imanın bir şubesi' olduğunu anlayabildiği ölçüde, hayası karşısında 'meleklerin dahi kendisinden utandığı' Hz. Osman'ın neden bu derece yükselebildiğini de anlıyor insan. Bunu anla*mak için ise, önce şu iki sorunun izini sürmesi gerekiyor: İnsan nasıl haya duyar? Yahut, hangi durumlarda daha hayâlı davranır?

Kendi hayatlarımız dahilinde tecrübe ettiğimiz üzere, hayayı, yani utanma duygusunu en yoğun biçimde yaşadığımız haller, 'görül*düğümüzü' ve 'izlendiğimizi' bildiğimiz hallerdir. Yalnız kaldığımızda yapabildiğimiz birçok şeyi, birisi tarafından izlendiğimizi biliyor isek, yapamayız. Ki bu hal, fıtratın kerih gördüğü, insana fıtraten sevdiril*memiş olan bazı şeyleri uluorta yapmaktan bizi alıkoyduğu gibi, günah*tan da sakındırır. Kişi hayası ölçüsünde açıkça günah işlemekten çekinir, ve hayâsızlığı ölçüsünde alenî günah işler. Bizi tanıyan birinin bizi o halde görmesi endişesiyle gelen psikolojik utanç, çoğu kez, nefsin güna*ha davetine rağmen, insanı günahtan alıkoyan Ancak, yine bu yüzden, tanındığı ortamlarda utamlası fiillerden uzak duran insanlar tanınmadığı ortamlarda günaha daha rahat düşebilirler. Ki, bundan dolayı, yanında1 bir tanıdığı olmadan tek basma yolculuktan insanı sakındıran, böyle bir durumda şeytanın insana yol arkadaşı olacağını bildiren hadisler vardır. Yine bu babdaki hadislere binaen, refakatinde bir başka mü'min olduğu haide yolculuk, sünnet-i seniyyedendir.

Günahtan sakınma noktasında hayanın yanımızda başka insanların olduğu durumlar ile yalnız başına kaldığımız durumlar arasında nasıl bir fark husule getirdiğini kendi hayat tecrübemizle biliyoruz açıkçası. Peki, insan yanında başka bir insan yokken, yani yalnız başına iken gerçekten yalnız mıdır? Bilakis yanında bir insan yokken de yalnız değildir insan. O'nun Semi', Basîr, Latîf, Habîr, Alîm bir Rabbi vardır. O'nun Rabbi, Semi', yani işitendir. Basîr, yani görendir. Latiftir, her yere nüfuz eder; Habîr'dir, herşeyden haberdardır;' Alîm'dir, herşeyi bilir. Semi', basar ve kudret, yani işitmek, görmek ve güç sahibi olmak, O'nun sıfatları arasın*dadır. Dahası, Semîu'l-Basîr ve Alîmu'l-Habîr olan Rabbimizin, her işe müekke! melekleri olduğu gibi, insanın fillerini kaydeden melâikesi de vardır. Yani, insan her an Rabbinin huzurundadır ve melekler her an yanıbaşındadır. Ailahû Teâlâ ve vazifeli melekleri, insanla her an bera*berdir.

İnsan, bu gerçeği kavradığı ölçüde 'yalnız' iken de yalnız olmadığını bilir; ve bu gerçek aklında kaldığı müddetçe insanların yanında işlemeye utandığı .günahtan yalnız iken de sakınır. Zira, bilir ki, etrafında insanlar yoksa bile, Semî ve Basîr olan Rabbinin huzurundadır ve melekler de yanıbaşındadır. Bu açıdan baktığımızda, haya imandandır ve imandan bir şubedir gerçekten. Zira, haya duygusunun varlığı ve inkişafı, Allah'ı Basîr herşeyi gören, Semi' herşeyi işiten Alîm herşeyi bilen, Latîf herşeye nüfuz eden, Habîr herşeyden haberdar olan gibi isimleriyle tanıyıp bilmeye, her an böyle bir Rabbin huzurunda olduğu gerçeğinden gaflet etmemeye, yani İman Billaha ve iman-ı Billah.içindeki marifetullaha bakmaktadır. Yanısıra, melâikeye imana da... Fıtratımıza konuimuş 'haya duygusu, Semi' ve Basîr olan Allah'a ve meleklerine imandaki te*rakki sayesinde gelişmekte; haya duygusunun gelişmesiyle de, insan takva zırhıyla donamp pek çok günahtan ve pek çok çirkin halden sakınıp korunarak, Rabbinin hoşnut olup meleklerin takdir edeceği salih ameller işlemeye yönelmektedir. Kısacası, haya sahibi olmak ve hele hayada zir*veye ulaşmak ne basit bir iştir, ne de kolay ve sıradan bir iş... Haya, iman*dandır ve imandaki terakki sayesinde bu duyguda bir genişleme ve derin*leşme yaşanmaktadır. Hayada zirveye doğru yolculuk, özellikle de, Semi', Basîr, Alîm, Latîf, Habîr gibi esmâ-i hüsnâya dair sağlam bir kavrayışla birebir alâkalıdır. Haya ile iman arasındaki bu birebir ilişkidir ki, Hz. Osman gibi bir sahabe, Ashâb-ı Kirâm'm Rasûlüllah'ın yanında Allah adına giriştiği savaşlarda iz bırakan büyük bir kahramanlığı görülmediği halde, hayâsıyla şöhret bulmuş bir kişi olarak, sahabelerin en üstünleri arasındadır. Hz. Osman (R.a.), imandan bir şube olan ve dillere destan olmuş hayası sayesinde, mertebece Hz. Ebubekir ve Ömer'in hemen ardında, üçüncü sırada anılmaktadır. Hayadaki bu sırrın, Hz. Osman'daki haya halinin, ve onun haya ile gelen yükselişinin, şu zamanın günaha çağıran binbir kapısı karşısında bunalan ahir zaman mü'minlerî için de hem bir kurtuluş reçetesi, hem de bir yükseliş imkânı sunduğunu düşünüyorum. Bizler de, Hz. Osman (r.a.) misali, Allah'ı sözkonusıı isimlerinin azamî mertebesinde tamr ve de bu isimlerden gafil olmaz isek, keza kudsî meleklerin hayatımızın her amuda bize yoldaş olduğunu biliryani, melâikeye imanda da terakki eder^isek, umulur ki, haya ha*limiz o derece inkişaf eder; ve hayadaki inkişafımız nisbetinde de, nefis ve şeytanın bizi günaha sevketmesi zorlaşır. İşte bunu başarabilmek, Hz. Osman (r.a.)'ın hayatından hayatımıza izler taşımakla mümkündür. Hz. Osman (R.a.)'ın hutbe ve öğtütlerden bazıları şunlardır:

"Ben ilk nasihat alanlardan ve kendisine yapılan nasihati kabul edenlerdenim. Bundan dolayı Allah'tan mağfiret diliyor ve tevbe ediyorum.”[67]

“Allah, bir kimsenin içinde sakladığı duygulan, mutlaka yüz hat*larına/yüz ifadelerine konuşurken kullandığı kelimelere/kelimelerin telaffuz ediliş şekline aksettirir.” [68]

“Gözü haramdan korumak ne güzel şehvet perdesidir."

“Allah, Kur'an ile giderilmesi mümkün olmayanı sultan (devlet) ile giderir.”

“İnsan kendisini ihmal ederek, fakirlik yüzünden zarara bile uğrasa, tok gönüllülük kendisini zenginleştirir. Dünyada hiçbir güçlük yoktur. Şayet bir güçlükle karşılaşırsan, onu bir kolaylık takib edecek demektir. Bu sebeple sabırlı olmalısın. Felâketlerle karşılaşmayan, sıkıntı; üzüntü nedir bilmez. İleride neler olacağı da belli değildir.” [69]

Hz. Osman (R.a.), servetini Allah yolunda cömertçe infak eden bir şah*siyettir. Bir gün Şam'dan Hz. Osman (R.a.)'a yüz deve yükü buğday gelmişti. Kıtlık senesiydi. Sahabeler Hz. Osman (R.a)'ın etrafını çevirdi*ler. Buğdayı satın almak için Medineli müslümanlar yüksek fıatlar verdi*ler. Hz. Osman (R.a.) kabul etmedi. Sahabelere "Sizden daha yüksek fıat veren vardır. Ona vereceğim." dedi. Sahabeler buna üzüldüler. Doğruca Halife Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın yanma gittiler. Durumu Hz. Ebû Bekir (R.a.)'a arzettiler:

“Ya Emire'l Mü'minin! Hz. Osman (R.a.)'a bugün yüz deve yükü buğ*day geldi. Yüksek fiat vermemize rağmen bize vermedi. Hep sizden daha yüksek fıat veren var ben ona vereceğim dedi. Muhacir ve Ensar'a bunu yapmak reva mı? Daha fazla para istemesi ona yakışır mı?" dediler. Hz. Ebû Bekir (R.a.):

“Siz Osman hakkında kötü düşünmeyiniz, aranızda bir münakaşa da çıkmamıştır. Osman, Rasûlüllah (sav)'ın Me'vâ Cennetinde refikidir. Resul-i Ekrem'in damadı olmak şerefini kazanmıştır. Her halde siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim" buyurdu. Beraber kalkıp Hz. Osman (R.a.)'ın yanına vardılar.

“Ya Osman! Ashâb-ı Kiram senin bir sözüne üzülmüştür. Kimdir sana yüksek fiat veren?" Hz. Osman (R.a.):

“Evet, ya Halife-i Rasûlüllah! Onlardan iyi olan, bire yediyüz veriyor. Bunlar bire yedi veriyorlar. Biz buğdayı bire yediyüz verip alana verdik. Allah'ın şu ayetini okumadınız mı?:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, bir tanenin durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var. Allah, dilediğine daha da katlar. Allah'ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir.” [70]

“Allah yolunda mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasın*dan başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.” [71]

Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medine-i Münevvere'de bulu*nan fakirlere dağıttı. Yüz deveyi de kurban etti. Ebû Bekir (R.a.), buna çok sevindi. Kalkıp Hz. Osman (R.a.)'ın alnından öptü. Ashâb-ı Kiram'ın, senin sözündeki inceliği anlıyamadıklarmı önceden sezmiştim" buyurdu.[72]

Mü'min, mü'min kardeşi hakkında sürekli hüsn-ü zan sahibi olmalıdır. Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Osman hakkında önyargılı davranmamıştır. Hz. Osman (R.a.), müslümanların derdiyle dertlenen bir kimsedir. O, Kur'an ayetlerini hayata dönüştüren bir kimsedir. Zengin mü'minler mallarıyla infak ayetlerinin canlı tercümanları olmalıdırlar.

Hz. Osman (R.a.) fıraseti zirvede olan bir sahabedir. O, meselelere Allah'ın nuruyla bakan bir kimsedir. Ebu Hureyre (R.a.) bir gün Hz. Osman (R.a.)'ın huzuruna gidiyordu. Yalda bir kadına gözü ilişti ve baktı. Huzura varınca Hz. Osman (R.a.):

“Bana ne oldu? Gözlerinizde zina eseri görüyorum." buyurdu. Ebû Hureyre (R.a.):

“Ya Emire'l Mü'minin! Rasûlüllah (sav)'den sonra vahy iner mi?" diye sordu. Cevabında:

“Hayır, vahy inmez, fakat mü'minin fıraseti doğrudur. Nitekim Rasûlüllah (sav):

“Mü'minin firasetinden kaçınınız. Çünkü mü'min Aziz ve Celi! olan Allah'ın nuruyla bakar." buyurmuştur" dedi.[73]

Hz. Osman (R.a.) insanlara sözüyle değil, fiiliyle nasihat ediyordu. O, dünya zenginliğinden gönül zenginliğine geçiş yapmış bir din fedaisidir. Hududullah zemininde hayâli yaşamış ve İslâm ümmetine de yaşayışla hayâ'yı öğretmiştir. Şunu unutmayalım ki; beşeri münasebette haya, "hayattır!"
 
Benzer Konular
Geri
Üst